1- Kuyrukluyıldıza ’Derin Vuruş’ Amerikan Uzay Ajansı NASA, 4 Temmuz sabahı "Deep Impact" (Derin Vuruş) uzay aracının sondasıyla Tempel 1 kuyrukluyıldızını vurdu. Bu darbeyle açılan ev büyüklüğünde bir kraterden çıkan gazlar ve toz partikülleriyle oluşan dev bulut kozmik bir gösteriye dönüştü. Bilim adamları bu misyonla kuyrukluyıldızın yapısı ve güneş sistemimizin kökeni hakkında bilgi edinecekler. Merak edilen konulardan biri kuyrukluyıldızların 4,6 milyar yıl önce henüz yeni doğmuş olan güneş sistemine suyu ve organik maddeleri ne şekilde taşıdığı. Deep Impact misyonuyla kuyrukluyıldızın detay fotoğrafları da alındı. Tempel 1’in bazı bölgelerinde kraterler bulunuyorsa da yüzeyi genel olarak pürüzsüz. Kimi bilim adamları Tempel 1’i vuruştan sonraki aylarda da izlemeye devam ettiler. Ve bu gözlemler sonucunda sürpriz bir bulguya ulaşıldı. Kuyrukluyıldız bir hafta içinde birçok kez gaz jetleri püskürüyor. Gerçi kuyrukluyıldızların gaz püskürttükleri biliniyordu ama bunun bu kadar sık tekrarlandığının öğrenilmesi bilim adamları için sürpriz oldu. 2- 1.8 milyon yıl önce sosyal yardımlaşma vardı Gürcistan’ın Dmanisi kenti insanın evrimine ışık tutan fosiller açısından zengin bir buluntu yeridir. Dmanisi’de bugüne kadar 20’in üzerinde insan kalıntısı bulundu ve bunların arasında üç kafatası bir de alt çene var. Dmanisi hominidleri Avrasya’da bulunan dünyanın en eski insanları ve atalarımızın Afrika’dan çıkışına dayanan teoriyi sarstı. Geçerli olan teoriye göre atalarımız, beyinleri geliştikten sonra Afrika’dan dünyaya açılmışlardı. Fakat 1,50m boyundaki Dmanisi insanları Afrikalı çağdaşlarına göre çok küçük ve narin yapılı. Beyin hacimleri de yalnızca 0,6-0,8 litre kadar. Oysa Homo erectus’un beyin hacmi yaklaşık olarak 1 litre, modern insanınki ise (Homo sapiens) 1,2 Ğ2 litre arasındadır. Son buluntulardan biri olan bir kafatası ve buna ait altçene kemiği, dişleri önemli ölçüde zarar gören en eski hominid olarak açıklandı. Hominid üst çenesindeki tüm dişlerini kaybetmiş, altçenede ise sadece soldaki köpekdişi kalmış geriye. Ayrıntılı incelemeler sonucunda, yaşlı hominidin dişlerini ölümünden çok önce kaybettiği anlaşıldı. Ya çok yaşlıydı ya da bir hastalık yüzünden dişleri dökülmüştü. Fakat o dönemdeki ilk insanlar etle besleniyordu. Dişsiz hominid et yiyemeyeceğine göre, bir olasılıkla kemik iliği ve beyinle zenginleştirilmiş bitkilerle besleniyordu. Bu da, duygudaşlığın ve sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın 1,8 milyon yıl önce varolduğunu kanıtlayabilir. Bu konudaki araştırmalar sürecek. 3- Pazar tezgahında yeni kemirgen türü Robert Timmins, orta Laos’taki bir pazarda bir sebzenin yanında gıda ürünü olarak satılan tuhaf bir kemirgen gördü. Ve birdenbire böyle bir hayvanı daha önce hiç görmediğini fark etti. Bilim adamı DNA karşılaştırması yaptıktan sonra kafatası ve kemik yapısını inceledi. Bu inceleme sonucunda kemirgenin sadece yeni bir tür olmadığı aynı zamanda da bilinmeyen bir hayvan familyasını temsil ettiği anlaşıldı. Yerli halk tarafından Kha-Nyou olarak adlandırılan hayvanın yaşam biçimi hakkında çok az şey biliniyor. Geceleri etkin olduğu sanılan ve keşfedilmesini bekleyen son memeli ailesine ait olduğu sanılan kemirgen Laonastes aenigmamus olarak adlandırıldı. 4- Ay’da sismoloji 1969-1972 yılları arasında Apollo 12, 14, 15, ve 16 misyonlarıyla Ay’ın üzerine sismometrelerden oluşan bir ağ sistemi kurulmuştu. Sistemin kaydettiği sismik olaylarla bilim adamları Ay’ın yapısı hakkında bilgi edinmek istiyorlardı. Sismometreler sekiz yıllık çalışma süresinde çok sayıda kategorilere ayrılan 12558 vaka kaydettiler. Lunar modülüyle insanlar tarafından yapay olarak oluşturulan sarsıntıları sınıflandırmak en kolayıydı. Ayrıca çok sayıda meteorit çarpışması da kaydedilmişti. Ay’ın üzerinde meydana gelen gerçek depremler üç kategoriye ayrıldı. En zayıf sarsıntılar, güneşin doğuşu ve batışına bağlı olarak meydana gelen sıcaklık oynamasıyla ortaya çıkan termal depremlerle ait. İkinci kategoriye giren sığ depremler, kabuğun altındaki bölgelerde ölçülmüş ve tektonik kökenli olduğu sanılıyor. En büyük grubu oluşturulan derin Ay depremleri, 700-1200km derinlikte oluşur ve Ay’ın içini biçimlendiren Güneş, Dünya ve Ay arasındaki gelgit etkileriyle gelişmekte. Texas Üniversitesi’nden Yosio Nakamura bu yıl Ay’daki sismik hareketlerle ilgili tüm verileri bu yıl yeniden analiz ederek, gizemli sismik hareketlerden 5.885 tanesinin aşağı yukarı Ay’ın ortasında yer alan fayların kırılmasıyla meydana gelen derin depremler olduğunu saptadı. Ayrıca 250 tane de kırılmaya hazır fay buldu. Burada ilginç olan nokta Ay’daki depremlerin Dünya’ya bakan tarafında meydana geliyor olması. Oysa Dünya’ya uzak olan yüzünde çok az deprem meydana gelmekte diye açıkladı Nakamura. Bilim adamı daha ayrıntılı bilgiler edinebilmek için Ay’ın bu bölgesine yeni sismometrelerin yerleştirilmesini istiyor. Ama bunun için en az dört yıl beklemesi gerekiyor. Çünkü NASA, ilk Ay misyonu 2010 yılından önce gerçekleştirmeyecek. 5- 5000 yıllık ’düğümün’ gizi çözülüyor 15.yy’da ülkeleri tüm Andlar bölgesine yayılan İnkaların ne yazıları ne de paraları vardı ama buna rağmen devletleri mükemmel bir şekilde organize olmuştu. Önemli haberleri, istatistikleri ve devletle ilgili bilgileri "Quipu" olarak adlandırılan düğüm yazısıyla şifreliyorlardı. Bilim adamları bu yıl bazı "Quipu" düğümlerini çözmeye başardılar. Amerikalı bilim adamları Gary Urton ve Carrie Brezine’ye göre gizemli düğümlerin her şeyden önce resmi belgelerin kaydedilmesinde kullanılıyordu. Bir ana sicim üzerinde düzinelerce ipler uzanmakta ve bunların üzerinde farklı düğümler var. Yatay veya dikey konum, ip rengi /uzunluğu ve düğüm tiplerine göre farklı anlamlar çıkıyor ortaya. Düğüm yazılarının birçoğu 16.yy’da İspanyol fatihler tarafından tahrip edilmiştir. Urton ve Brezine, Puruchuco’daki idari merkez yapısındaki kazılardan çıkarılan 21 "Quipu"yu bilgisayarda analiz ettiler. Buna göre düğümlerden yedisi vergilerin türü ve ödenişiyle ilgili. Vergiler hazine arazileri veya inşaat yerlerindeki çalışma günlerine göre yıllık olarak alınıyordu. 6- Deniz seviyesi yükseliyor Colorado Üniversitesi’nden Steve Nerem, küresel ısınmanın okyanuslar üzerindeki etkisini araştırınca okyanuslardaki su seviyesinin %50 daha hızlı yükseldiğini buldu. Deniz seviyesindeki ölçümler NASA’nın TOPEX/Poseidon ve Jason-1 uydularıyla alındı. Bu iki uydu okyanusları on günde bir tarıyor. Diğer bilim adamlarının hesaplarına göre deniz seviyesindeki yükselişten yüzde elli oranında okyanuslardaki termal genleşme sorumlu. Bu gelişmede dağlardaki buzulların ve kutup buzunun erimesi de etkili. Diğer iklim uzmanları Grönland ve Güney Kutbundaki buz tabakasının git gide daha hızlı bir şekilde denize kaydığını saptamışlardı. Fakat bu yıl yapılan araştırmalar Güney Kutbunun bazı bölgelerde kalınlaştığını gösterdi. Bu gelişmenin deniz seviyesi üzerindeki etkisi henüz belirsiz diye açıkladı Pennsylvania Eyalet Üniversitesi buzul uzmanı Richard Alley. Buz tabakalarının ne şekilde davrandıklarının bulunmasının çok önemli olduğunu söyleyen bilim adamları, Grönland ve Güney Kutbu’nda deniz seviyesini 60m kadar yükseltecek kadar suya sahip olduğunu hesapladılar. 7- Siyahlara özel ilk ilaç FDA tarafından onaylandı Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi Haziran ayında sadece siyahlardaki kalp yetmezliğini tedavi edecek BiDil ilacını onayladı. BiDil, iki klasik ilacın (Hydralazin ve Isosorbid-Dinitrat) bir kombinasyonu, damarları açarak kan basıncını düşürdüğü gibi göğüs anjini ve kalp yetmezliğini de tedavi etmekte. BiDil klinik deneylerde ölüm oranını %43 düşürmüş. Fakat bu olumlu etki sadece siyah hastalarda görüldüğü için ilaç sadece siyahlar için onaylandı. Bu onay üretici firma NitroMed’in de işine yaradı. Üreticinin elinde ilacın genel kullanımı için bulunan patentin süresi 2007 yılında bitiyor. Ama yeni patentin süresi 2020 yılına dek devam edecek. 8- Sera gazı yüzünden okyanuslardaki asit oranı artıyor Fosil yakıt kullanımı yüzünden her insan günde ortalama olarak 11 kilo karbondioksit üretiyor. Bunun dört kilosu dünya denizlerine gittiği için sera etkisi zayıflamakta. Fakat ne var karbondioksit deniz suyuyla reaksiyona girerek aside dönüşmekte ki bu da deniz canlılarının kabuklarına zarar vermekte. Avrupa, Japonya, Avustralya ve Amerika’dan 27 bilim adamının katılımıyla gerçekleştirilen araştırma, kutup bölgelerindeki denizlerdeki asitlenmenin önemli deniz organizmalarının soyunu elli ila yüz yıl içinde tüketebileceğini gösterdi. Özellikle deniz hıyarları, soğuksu mercanları ve deniz salyangozları tehdit altında. Bu hayvanlar yengeçten somona kadar birçok hayvanın besinini de oluşturduğu için kutuptaki tüm ekosistem olumsuz yönde etkilenecektir. Denizlerdeki asitlenmeden insanları sorumlu tutan bilim adamları sera gazı emisyonunun önemli ölçüde düşürülmesini öneriyorlar. 9- Alzheimer’a karşı burun spreyi Burun spreyi şeklinde verilecek bir aşı Alzheimer tedavisi için umut oldu. Yeni etki maddesi farelerde Alzheimer hastalığında meydana gelen tipik protein plaklarını çözdü. Sprey, güvenliği test edilmiş ve bir kısmı ilaç olarak onaylanan çeşitli maddelerin bir kombinasyonundan oluşmakta. Yeni ilaç bileşimi beyindeki protein plaklarını eski tedavi yöntemleri gibi azaltıyor ama yeni ilacın hiçbir yan etkisi yok. Bilim adamlarına göre fare ve insan beynindeki plakların farklı şekilde yapılanmaları bir sorun teşkil etmekte. İnsandaki plaklar daha zor çözülüyor. Fakat araştırmayı yöneten Harvard Tıp Okulu’ndan Howard Weiner, buna rağmen yeni yöntemin, en azından hastalığın ilk semptomları görülmeye başlandığında etkili bir tedavi oluşturacağına inanıyorlar. 10- Fizik dünyasında tarihi buluntu Leiden Üniversitesi’nden bir öğrenci, ünlü fizikçi Albert Einstein’ın kayıp olduğu sanılan bir çalışmasını buldu. 1924 yılına ait metinde Einstein, parçacıkların çok düşük ısıdaki değişimiyle ilgili çığır açan son teorilerini ele almış. Daha sonraları Bose-Einstein Yoğuşumu olarak adlandırılan bu fiziksel durum, ancak 1995 yılında kanıtlanabilmişti. Üniversite öğrencisi, Einstein’ın taslaklarını 1933 yılında ölen Hollandalı fizikçi Paul Ehrenfest’in özel arşivinde buldu. Einstein 1924 yılında tamamladığı "Tek atomlu ideal gazın kuantum teorisi" adlı çalışmasını, 1925 yılında Berlin’deki Prusya Bilimler Akademisine sunmuştu. Çalışması 9 Şubatta basıldığında, fizikçi Leiden Üniversitesi’ndeydi ve kendisine de bir kopya gönderilmişti. Einstein, Leiden’den ayrılırken bu çalışmayı Ehrenfels’e bırakmış. Üniversitesi öğrencisi 17 sayfalık çalışmayı, "Zeitschrift der Physik" dergisinin iki eski sayısı arasında buldu. 11- Nanotüpler gündelik yaşama giriyor Keşfedilişlerinden 14 yıl sonra bilim nanotüplerin olağanüstü özelliklerinden ne şekilde yararlanılabileceğini bulmaya başladı. Çelikten dokuz kat sağlam olan nanotüplerin, ilektenlik yetisi bakırdan 1000 misli fazladır ve buna rağmen nokta işaretinin sadece 1/350.000’si kadarlar. Texas Üniversitesi’nden ray Baugham, Ağustos ayında nanotüpleri kullanılabilir geniş malzemeler haline getirecek bir örgü yöntemi geliştirdiğini açıkladı. Bilim adamı Avustralya’da kullanılan yün eğirme makinesinden esinlenerek geliştirdiği yöntem sayesinde tüpleri uzun liflere dönüştürdü. Bu yöntem biraz daha geliştirilince ince plakalar elde edildi. 4000 metrekarelik bir alanı kaplayan nanoplakaların ağırlığı sadece 115g geliyor. Bu teknoloji helikopter pervanesi, güneş enerjisiyle çalışan piller ve robot üretiminde kullanılabilecek. Ayrıca tıp alanında da işe yarayacak. Stanford Üniversitesi bilim adamları örneğin kanserli hücrelerin içine sızabilen tümör öldürücü nanakapsüller geliştirdiler. 12- Çılgın nötron yıldızları Nötron yıldızları kozmosun büyüleyici gökcisimleridir. Birkaç kilometre çapındaki bu sönmüş yıldızlar Güneşimizin birkaç misli kütlesine sahipler. Ve madde yoğunluğu atom çekirdekleriyle karşılaştırılabilir. 27 Aralık 2004 tarihinde astrofizikçiler nötron yıldızların hangi muazzam enerji patlamalarında etkin olduklarını gözlemlediler. Dünya, yoğun bir şekilde gamma ve röntgen ışınlarının etkisinde kalırken, bir nötron yıldızı bir saniyeden daha kısa bir süre içinde Güneşten 100.000 yıl içinde yansıyandan daha fazla enerji boşalttı. Harvard Smithsonian Astrofizik Merkezi’nden Bryan Gaensler, böyle bir olay ancak yüz veya bin yılda bir yaşanır diye konuştu. Ve bu kozmik çılgınlık Dünyamızdan on ışık yılı uzaklıkta meydana gelecek olsaydı atmosferimiz önemli ölçüde zarar görebilirdi. Kozmik sarsıntıyı yaratan yıldız, son derece güçlü bir manyetik alanla çevrili sağlam olmayan genç bir nötron yıldızıydı. Magnetar olarak adlandırılan dev yıldızların, kısa gamma flaşları olduğu sanılıyordu. Ancak bu yıl yapılan yeni gözlemler Magnetar teorisinin hatalı olduğunu gösterdi. Nasa uyduları Mayıs ayında çok kısa süreli oldukları için çok zor izlenen flaşlardan bazılarını görebildiler. Beş yıldır uzayda bulunan HETE-2 sondası, 9 Temmuzda sadece 70 milisaniye devam eden bir gamma flaşı yakaladı. Hubble, Chandra ve Danimarka’nın 1,5m’lik teleskopu anında patlamaya doğru çevrilince de kısa gamma flaşının optik ışık alanındaki ilk görüntüleri elde edildi. Analizler sonucunda kısa gamma flaşlarının, iki muazzam kütleli nötron yıldızının çarpışmasıyla veya bir nötron yıldızı ve bir karadeliğin birbirlerini çevreleyip en sonunda çarpışmalarıyla meydana geldiği anlaşıldı. 13- İlkbahar mucizesinin gizi çözüldü İlkbaharda çiçekler ve yapraklarda yaşanan biyolojik gizler de 2005 yılında çözüldü. Üç farklı bitki biyologu ekibi örneğin çiçeklerin mevsimlere göre gelişimini etkileyen bir uyarı maddesi olan florigeni bul. Sinyal belli bir genin RNA’sı. Günler yeterince uzadığında bu RNA bitkinin büyüme uçlarına ulaşıyor. Söz konusu gen burada diğer bir maddeyle çiçeklerin doğru zamanda ve doğru yerde açmasını sağlıyor. LEAFY olarak adlandırılan diğer bir gen de çiçeği uyarmakta. Bu genin kara yosunu ve eğreltiotu gibi bitkilerde karşılaştırılması sonucunda, bu genin son 400 milyon yıl içinde neredeyse hiç değişmediği ortaya çıktı. Ancak bu küçük farklılık genin genel bir büyüme faktöründen, genç bitki türlerinde çiçekler üzerinde etkiyecek şekilde değiştirmiş. Çiçeklerin daha sonraki gelişim aşamasında bitki hormonu gibberelin etkili olmakta. Bilim adamları bu yıl bu hormonun reseptörünü pirinç bitkisinde keşfettiler. Bu buluş ekinlerin daha verimli kılınmasında yararlı olacak. 14- Darwin’in zaferi Darwin’in "Türlerin oluşumu" çalışmasının yayımlanmasından bu yana neredeyse 150 yıl geçmesine karşın Science dergisi evrim teorisini 2005 yılın en iyi bilimsel atılımı olarak seçti. Dergiye göre Darwin temel keşifleriyle sadece bir başlangıçtı, son veriler ve gözlemler öğretisini kanıtladığı için "2005 yılının en iyi bilimsel gelişmesi" olarak seçilmeyi hak etmişti. Mesele yalnızca Darwin’in teorisi değil. Science, bu seçimiyle Darwin öğretisini, eğitim planlarından çıkarmaya ya da en azından akıllı tasarımcıyla aynı kefeye koymaya çalışan yaradılış yanlılarına açıkça atıfta bulunuyor. Yılın önemli kilometre taşlarından biri olarak şempanze genomunun açıklanmasını gösteriyor dergi. İnsanın en yakın akrabası son araştırmalara göre genetik olarak da çok yakın. İnsan ve şempanzenin kalıtımı %96-99 özdeş. İnsan özellikle de dil ve bellek gibi beyin fonksiyonları açısından şempanzeden farklı olmasına rağmen ilginç bir şekilde en az fark beyindeki genlerin yapısı ve etkinliklerinde saptandı. En büyük farklılıklar ise erbezinde ortaya çıktı. Buradaki genlerin etkinlikleri %35 oranında farklı diğer dokulardaki farklılıklar ise ortalama olarak %8 olarak belirlendi. İnsan ve şempanze arasındaki genetik farklılıklar Homo sapiens’in evrimine, beyin gelişimine, iki ayak üzerinde dik yürüme yetisi ve hastalıkların kökenine ışık tutacak. Bilim adamları yeni bilgiler sayesinde AIDS, kalp hastalıkları veya hepatite karşı daha iyi ilaçlar geliştirilebilecek. Araştırmacılar mesela AIDS virüsü taşıyan insanın hastalanmasına karşın diğer primatların niçin hastalanmadıklarını bulabilmeyi umuyorlar. 15- Japonlar dev kalamarı tuzağa düşürdüler Efsanelerde önemli bir yeri olan dev kalamarlar, 150 yıl önce ilk kez bilimsel olarak tanımlanabilmişti. O zamandan bu yana çok sayıda ölü kalamar bulundu, fakat "denizlerin canavarını" canlı olarak görebilen kimse olmamıştı. Japon bilim adamları 2005 yılında bir dev kalamarı (Architeuithis dux) kameralı yem tuzaklarıyla 900m derinlikte yakalayarak yüzlerce fotoğraf çekebildiler. Tokyo Ulusal Bilim Müzesi’nden Tsunemi Kubodera ve Kyoichi’nin görüntülemiş oldukları kalamar, tentakül ucundan kuyruk ucuna kadar sekiz metre uzunluğunda. Sadece tentakülün uzunluğu en az beş buçuk metre. Tentatükülün tuzağa takılı kalıp kopması yüzünden bilim adamları ayrıntılı bir şekilde inceleme fırsatını buldular. Vantuzlar tentakülün bedenden kopmasından sonra bile hala etkindi. Fotoğraflar dev kalamarların avlanma stratejilerine de ışık tutuyor. Bilim adamları kalamarların tentaküllerini yem gibi kullanarak avlarını beklediklerini sanıyorlardı. Fakat bilim adamları dev kalamarın, tuzaktaki yeme yandan saldırdığını ve tentakülüyle yılan gibi sarıldığını gördüler. 16- Homo floresiensis yeni bir tür değil Endonezya’daki Flores adasında 2003 yılında bulunan Floresli insan (Homo floresiensis) Avustralyalı paleontolog Peter Brown tarafından yeni bir tür olarak sunulmuştu. Diğer bilim adamları bir metre boyundaki iskeletin sadece bir pigme olduğunu iddia ediyorlardı. Pennsylvania Eyalet Üniversitesi’nden Robert Ecakhardt, 18.000 yıllık fosili ayrıntılı bir şekilde inceleyince "Homo floresiensis" yeni bir insan türü olarak sınıflandırılamaz diye ortaya çıktı. Brown, Amerikalı paleontologun bu sonucuna itiraz etti. Brown’a göre beyin yapısı, uzun kollar ve çıkıntısız çenenin ilk homonidler için tipik olduğunu Floresli fosilin bir kadına ait olduğunu söyledi. Ancak kemikler çok fazla zarar görmüştü. Leğen kemiği dağılmış, çenesi kırılmıştı. Dolayısıyla da iddiasını kanıtlayamadı. 17- Hatalı beyin bağlantıları 2005 yılında başta şizofreni, Tourette sendromu ve disleksi olmak üzere çeşitli beyin bozukluklarının ardındaki mekanizmalar ile ilgili önemli bilgiler elde edildi. Tüm bu bilgilerden elde edilen ortak sonuca göre bu bozukluklardan sorumlu genlerin birçoğu beynin gelişiminde belli bir rol oynamakta. Kasım ayında yayımlanan iki araştırmayla DISC1 genindeki değişimlerin şizofreni riskini yükselttiğine dayanan tezi kuvvetlendirdi. DISC1 geninin etkinliği kısıtlandığında, beynin gelişiminde de farklılıklar ortaya çıkmakta. Diğer bir araştırmayla da söz konusu genin, beyin gelişimini ve sinir iletkenlerinin düzenlenmesi açısından önemli moleküler sinyallerin oluşmasıyla ilişkili olduğu görüldü. Tourette sendromuna yol açan ender bir genetik bozukluk Ekim ayında saptandı. Son olarak da KIAA0319, DCDC2 ve ROBO1 adlı üç genin disleksi ile ilişkili olduğu ve sinirsel ağlarda hatalı bağlantıların kurulmasından sorumlu olduğu bulundu. 18- Dünya tarihi sil baştan Haziran ayında açıklanan bir araştırmanın sonuçları, jeokimyacıların dünyanın oluşumu ve evrimiyle ilgili görüşlerini alt üst etti. Araştırma, yeryüzündeki kayaçlar ve dünya dışındaki kayaçlarda izotop farklılıklarının bulunduğunu göstermişti. Bir grup bilim adamı artık dünyanın 4,5 milyar yıl önce toz ve buz karışımından geliştiğine ve o zamandan bu yana çok fazla değişmediğine inanmıyor. Araştırmacılar 1980’li yılların başında güneş sistemimizin temel malzemesi olduğu kabul edilen kondrit meteoritleriyle birlikte dünyanın iç kesimlerindeki kayaçlardaki neodimyum izotoplarının oranını ölçtüler. Her ikisinde de oranın çözümsel yanılgı payı içinde aynı olması, kondrit meteoritlerle dünyanın ulaşılabilir kısımlarının günümüzde de güneş sisteminin ilk malzemesine benzediğinin kanıtıydı. Ancak kütle-izgeölçüm teknolojisindeki gelişmeler yanılgı paylarını zamanla yok etti. Bilim adamları aynı kayaçları 2005 yılında ölçünce ikisi arasında gözden kaçan milyonda 20 birimlik bir farkın bulunduğunu saptadılar. Bu saptamadan sonra bilim adamları ikiye ayrıldı. Bir grup dünyanın temel malzemesinin henüz oluşum aşamasındaki güneş sisteminin kendine özgü ve kondrit olmayan bileşimden geliştiğine inanırken, diğerleri güneş öncesi nebulanın, bileşim açısından topak değil, düzgün olduğuna ve dünyanın oluşumundan hemen sonra ısı üreten elemanlarla dolu bir parçasının ayrılıp halihazırdaki bilgilerin dışına taştığını kabul etmeye başladı. Bu parçanın günümüzde de erimiş çekirdek ve kayalık manto arasında bulunduğu ve çekirdeğin manyetik alanını oluşturan ısı yardımıyla yüzeye sıcak kaya parçaları gönderdiği sanılmakta. 19- Proteinin moleküler yapısı Hücre zarında yer alan bir protein, elektrik gerilimindeki değişimine bağlı olarak açılıp kapanarak potasyum akışını denetliyor. Transistorlu bilgisayarlar, sinir ve kaslar için büyük bir önem taşıyan bu "voltaj-anahtarlı potasyum kanalı"nın moleküler yapısının yakından incelenmesiyle elde edilen sonuçlar, son zamanlarda iyon kanallarıyla ilgili sorunlara da bir çözüm getirebilir. Konuyla ilgili tartışmalar 2003 yılında Rockefeller Üniversitesi’nden Roderick MacKinnon ve ekibinin ilk kez "voltaj-anahtarlı potasyum kanalının" yapısı ve işleviyle ilgili bir araştırma yazısı sunmasından sonra başlamıştı. Birçokları tarafından hemen büyük bir başarı olarak kabul edilen çalışma bazı bilim adamları tarafından kuşkuyla karşılandı. Bu grup KvAP olarak isimlendirilen bu kanalın görüntüleme hazırlıkları sırasında hasar gördüğünü öne sürüyordu. Ağustos ayında farelere özgü Kv1.2 kanalının yapısıyla ilgili bir araştırma sonucunu sunan MacKinnon, kanalın gerilim değişimini denetleyen kısmıyla açılır kapanır mekanizması arasındaki uyumu eşsiz bir biçimde olduğunu gösterdi. Fakat bu çalışma, voltaj alıcısının nasıl işlediği sorusuna yanıt getirmediği için yeni araştırmaların yapılması gerekiyor. 20- Sistem biyolojisinin doğuşu Moleküler biyologlar hücrelerin kendilerine has uyarı mekanizmasını uzun bir süredir araştırarak, git gide daha karmaşık ağlar ürettiler. Sistem biyologları bu dinamiklerin su yüzüne çıkarılabilmesi için bu ağların girdi ve çıktılarının izlerini ayna anda takip ediyorlar. Amerikalı araştırmacılar 2005 yılında programlanmış hücre ölümüne (apoptoz) yol açan ve aşağı yukarı 8000 kadar kimyasal uyarıdan oluşan bir ağ örneğini oluşturmak için bu yaklaşımdan faydalanarak programlanmış hücre ölümüne neden olan yeni sinyal yolları buldular. Diğer bir ekip ise obezliği tetikleyen ve üç tanesi daha önce bilinmeyen 40 genin kimliğini açıklamak için gen-ifade (expression) verilerinden yararlandı. Aynı düşünceye sahip diğer araştırmacılar da T hücreleri ve CA1 sinir hücreleri olarak anılan bağışıklık hücrelerini denetleyen uyarı ağlarıyla ilgili yeni buluşlar yaptılar. Sistem biyolojisini benimseyenler hücre sinir ağlarının açıklanmasıyla kanser ve diyabet gibi hastalıkların daha iyi anlaşılacağına ve daha iyi tedavi yöntemlerinin geliştirilebileceğine inanıyorlar. 21- ITER, Fransa’da kuruluyor Uzun süredir planlanan ITER (Uluslararası Çekirdek Füzyon Deneyi geliyor) Fransa’nın güneyindeki Cadarache bölgesinde kurulacak. ITER’ın nerede kurulacağıyla ilgili tartışma iki yıldan bu yana sürüyordu. Bu büyük deneyin tesisi için özellikle de Japonya ısrarla talip olmuştu. Avrupa, yapımı 2006 yılında başlayacak olan ITER ile çekirdek füzyon araştırmalarındaki önemli rolünü sağlamlaştırmış oldu. AB araştırma komisyonu başkanı Janez Potonik bu bağlamda Avrupa için tarihi bir dönüm noktasından söz ederek ITER’in bilim ve teknolojide uluslararası ortak çalışma için olağanüstü bir örnek teşkil ettiğini belirtti. 4,6 milyar Avro’ya mal olacak yapım çalışmalarının yarısını Avrupa Birliği karşılayacak. ABD, Rusya, Japonya, Çin ve Güney Kore ise %10’u karşılayacak. 22- Klon kralının yıldızı çabuk söndü Güney Koreli bilim adamı Woo Suk Hwang, Mayıs ayında Science dergisinde, ağır hastaların tedavisinde kullanılabilecek embriyonik kök hücrelerinin kopyalarıyla ilgili araştırmasını sunduğunda bütün dünya bilim adamının başarısını kutlamıştı. Hwang, Ağustos ayında da Afgan tazısını kopyaladı. Seoul Ulusal Üniversitesi’ne göre adlandırılan "Snuppy" dünyanın ilk kopya köpeği. Fakat Koreli bilim adamının sevinci pek uzun sürmeyecekti. Kasım ayının sonunda Hwang’ın çalışmalarıyla ilgili kuşkular arttı. Bir müddet sonra araştırması için gerekli yumurta hücrelerini iki çalışma arkadaşından aldığını itiraf etti. Aralık ayında bir araştırma komisyonu araştırmasındaki verilerle oynadığını saptayınca nihayet Seul Üniversitesi’nden istifa etti. Buna göre Hwang’ın dediği gibi on bir değil sadece iki kök hücre kopyası bulunmakta. 23- Xena, güneş sisteminde yeni bir gezegen. Yoksa değil mi? Güneş sisteminin dışında son gezegenin keşfinden on yıl sonra bilim adamları 2005 yılında ilk kez dünya benzeri bir gezegen buldular. Çapı dünyamızın iki mislisi olan yeni yıldız, uzayın derinliğindeki en küçük gezegen. Güneş sistemimiz bir olasılıkla artık on gezegenli. Hatta Xena’nın uydusu bile var. Ama Xena’nın gerçekten de bir gezegen olup olmadığına, Uluslararası Astronomi Birliği ilkbaharda karar verecek. 24- Ömrü uzatan protein insanda test edilecek Fareler üzerinde deneyler yapan Texas Üniversitesi bilim adamları, Klotho adı verilen bir proteinin üretilmesinden sorumlu genin hasarlı olması halinde, kemirgenin normalden daha hızlı yaşlandığını bulduktan sonra fareyi Klotho katkılı yemle beslediler. Böylece fare normalden %30 daha uzun yaşadı. Söz konusu proteinin ne şekilde işlediği henüz bilinmiyor. Normalden fazla üretilen proteinin fare üzerinde çok az yan etkisi var. Çok aşırı miktarda alındığında, kan şekerini yükseltse de diyabet hastalığına yol açacak kadar etkili değil. Daha fazla protein üretecek şekilde genetik değişimden geçirilen fare diğerlerine göre daha az yavrulamakta. Bu da uzun yaşam ile üretkenlik arasındaki değiş tokuşu açıklamakta. Araştırmayı yöneten Makoto Kuro-o bundan sonra proteini insanlar üzerinde deneyecek ve kandaki Klotho seviyesinin damar sertliği, osteoporoz ve kanser gibi yaşlanmaya bağlı hastalıklar üzerinde etkili olup olmadığını kontrol edecek. 25- Titan’da metan rezervleri Avrupa’nın uzay sondası Huygens, geçen yılın son günlerinde saniyede beş metre hızla Satürn uydusu Titan’da nemli kum veya kile benzer bir zemine inmişti. Farklı enstrümanların verileri böyle söylüyordu. İnişten hemen sonra spektrometreler, metanın varlığını da saptadılar. Ve bir müddet sonra da Titan’ın atmosferinden bile bilinmeyen organik bileşimler kaydedildi. Metan, sondanın sıcaklığıyla soğuk Titan toprağından dışarı sızmıştı. Bilim adamları verilerden metana bağlı %50’lik bir nem oranı hesapladılar. Titan’ın üzeri kupkuru olmasa da toprak bulutu oluşturmayacak kuru. Huygens misyonu sayesinde Titan’la ilgili tahminlerin bir kısmı kanıtlanırken bazıları çürütüldü. Titan güneş sistemimizde tıpkı Dünyamız gibi azota dayalı bir atmosfere sahip olan tek gökcismi olduğu için bilim adamlarının ilgi odağında. Büyük kütlesi ve son derece düşük ısısıyla (-180 derece) atmosferi Dünyamızınkinden on misli büyük ve su buharı içermiyor. Düşük sıcaklıkta oksijenin kaynağı su olmayacağına göre Titan’da milyarlarca yıl önce hidrojen bazlı rezervlerin bulunması gerekiyordu. Titan atmosferindeki karbon bu yüzden karbondioksitle değil metanla birleşmiştir. Bu molekülden fotokimyasal reaksiyonlarla diğer organik bileşimler oluşmakta ve bunlar çok yüksekte yoğun bir buhar tabakası oluşturmakta. Bilim adamları bu buharın Titan’ın 60km üzerine kadar ulaşabileceğini tahmin ediyorlardı. Fakat buhar 40km’de o kadar iyi dağılmıştı ki Huygens’in kameraları zemini bile görebildiler. Tüm metanın fotokimyasal reaksiyonlarla on ila yirmi milyon yıl içinde atmosferden yok olması gerektiğini hesaplayan bilim damları başka bir yerde metan rezervlerinin bulunması gerektiğini düşünüyorlardı. Metan dolaşımının kaynağı bir olasılıkla kiro volkanları olabilirdi. Kiro volkanizması tezi Titan atmosferinde bulunan Argon-40 izleriyle desteklenmekte. Ancak bu tezin kanıtlanabilmesi yeni verilerin saptanması gerekiyor. 26- Etkisiz ilacın etkisi Eksisiz ilaç olarak bilinen plasebonun etkisi Ağustos ayında Michigan Üniversitesi’nde incelendi. Sinirbilimci Jon-Kar Zubieta, araştırması sırasında 14 deneğin çenesinde acı hissini uyandırmak için tuzlu su aşıladıktan sonra hepsine ağrı kesici verdiğini söyledi. Bir müddet sonra 14 kişiden dokuzu ilacın etkili olduğunu söyledi. Bilim adamı sözde etki sırasında deneklerin beyin etkinlerini PET yöntemiyle takip ederken, ağrının geçtiğini söyleyen dokuz deneğin beyninde ağrı değişiminden sorumlu bölgede etkinliğin arttığını gördü. Zubieta’nın buradan çıkardığı sonuç şöyle: İnsan olumlu bir beklenti içine girdiğinde, beyindeki farklı bağlantılar üzerinden acıyı baskılayan mekanizmaları kendi kendine etkinleştirir. Etkisiz ilaç üzerinde yapılacak yeni araştırmalar, acıyı gidermekte daha etkili olan yöntemlerin geliştirilmesini kolaylaştıracak. 27- Kuş gribi Avrupa’da Ölümcül kuş gribi virüsü H5N1 Asya’daki kümesleri terk ederek Avrupa’ya ve ülkemize kadar geldi. Virüsün Çin’deki Qinghai Gölü’ndeki su kuşlarının göçü ile Romanya ve Türkiye’ye taşındığı sanılıyor. Şimdi ise göçmen kuşların, virüsü, Afrika’ya taşımalarından endişeleniyor. Asya’da H5N1’virüsünün insanda görülme oranı 2005 yılında ikiye katlandı. İnsana bulaşan H5N1 virüsüne karşı henüz etkili bir aşı bulunmuyor. Çin kısa bir süre önce kuşlar için geliştirilen bir aşının tavuklar üzerinde denendiğini ve etkili olduğunu bildirdi. Ve Çinli bilim adamları yakında insanlar için de bir aşının geliştirilebileceğini sanıyorlar. 28- Pasifik’teki su kuşlarını sıcak hava mı öldürüyor? Geçen ilkbaharda Kaliforniya’dan Washington’a kadar uzanan Pasifik sahillerine 100.000’i aşkın kuş ölüsünün vurması bilim adamlarının kafasını karıştırdı. Washington Üniversitesi çevrebilimcisi Julia Parrish kuş ölümlerinin iklime bağlı olabileceğini açıkladı. Yılın başlarında Pasifik rüzgarları her zamankinden farklı esmişti. Bu rüzgarlar besleyici madde açısından zengin suyu yüzeyden alıp derine taşımıştı. Bir tür turbo etkisi ekosistemi altüst etmişti. Ancak rüzgarların niçin bu şekilde estiğini bilim kadını açıklayamadı. Parrish, aynı iklim koşullarının tekrarlanması halinde çok dramatik sonuçların yaşanmasından endişeli. 29- Balığı tek nesilde değiştiren gen Parmak biçiminde bir balık bilim adamlarının evrim hakkındaki düşüncelerini değiştirdi. Mart ayında yayımlanan bir araştırma, okyanuslarda yaşayan dikenliği balığın, tatlı sularda yaşayanlarla arasındaki farkın tek bir gene bağlı olduğun buldu. Stanford Üniversitesi Tıp Okulu’ndan David Kingsley de geçen yıl tuzlu sudan, tatlı suya geçen dikenli balıkta, tek nesil sonra burgulu omurga yapısının yok olduğunu görmüştü. İki araştırma da köklü değişim için çok uzun bir sürenin gerektirmediğini kanıtlamakta. 30- Kasırgalar sildi süpürdü Dennis, Emily, Rita, Katrina ve Wilma. Amerika kıtasında rekorlar kırarak, büyük kayıplara yol açan kasırgalar. 2005 yılında bir önceki yıla göre 12 tane daha fazla kasırga meydana geldi. Toplam 26 kasırga ile 2005 yılı 1928’ten sonraki rekor yılı oldu. Bu kasırgalardan 14’ü beş kategorisindeydi. Wilma, Kuzey Atlantik’te meydana gelenlerin en şiddetlisi olduysa da en fazla zarar veren Katrina oldu. Yağmur ve altı metre yüksekliğindeki seller New Orleans kentini sular altında bıraktı. 1000 kişi yaşamını yitirdi ve yüz binlerce insan evsiz kaldır. Katrina’nın ekonomiye verdiği zarar 100 milyar dolar civarında. 2005 yılında yaşanan kasırgalar sadece şiddetli olmakla kalmayıp, etkileri de değişti. Ekim ayında ilk kez İspanya’ya kadar ulaşan Kuzey Atlantik kasırgası meydana geldi. Daha önce hiçbir fırtına bu kadar doğuya ve kuzeye doğru esmemişti. 31- Bitkiler DNA bozukluklarını onarıyor Purdue Üniversitesi’nde Robert Pruitt ve Susan Lolle yönetiminde çalışan ekip hothead olarak isimlendirilen bir gendeki mutasyon yüzünden Arabidopsis bitkisinin çiçeğinin yapışık bir biçimde açtığını buldu. Bitkinin "anne" ve "babasında" bu genden iki tane bulunması halinde, yeni neslin %10’unda çiçekler normal açıyor. Bu bilgilerden yola çıkan Pruitt ve arkadaşları bitkinin hatalı geni onarabilen bir mekanizmaya sahip olduğu sonucuna vardı. Ayrıca bitkilerde görülen bu onarım mekanizmasının hayvanlarda ve insanlarda da bulunabileceği sanılmakta. 32- Asya’dan esen sarı ejderha mikrobu ABD Florida turunçgil piyasası büyük çöküş yaşadı. Federal kurumlar Eylül ayında ağaçlara Asya kökenli bir mikrobun bulaşması üzerine alarm verdi. "Sarı ejderha hastalığı" anlamına gelen Huangiong-bing, daha önce de Asya, Afrika ve Güney Amerika’daki turunçgil ağaçlarına bulaşmıştı. Bakterinin Florida’daki ağaçlara ne şekilde bulaştığı bilinmiyor ama bilim adamları yıllarca kalıcı olacağından eminler. Tahminlerden biri hastalığın Florida’da ilk kez 1998 yılında görülen bir böcekten bulaştığı yönünde. Mikrop bulaşan ağaçlar, sanki yanmış gibi kuruyorlar. Üreticiler bu mikropla nasıl başa çıkacaklarını bilemiyorlar. 33-Yeni volkanlar eski yanardağlardan gelişiyor Scripps Oşinografi Enstitüsü’nden Hubert Staudigel ve Woods Hole Oşinografi Enstitüsü’nden Stan Hart, 1999’da eski bir yanardağ olan Vailulu’da tektonik bir sıcak nokta keşfettiler. İki yıl sonra ise su altında iki mil çapında kraterin oluştuğunu gördüler. İki bilim adama burada sismik ve hidrotermal etkinlikleri araştırdılar. Mart ayında Craig Young yönetiminde çalışan bir sualtı ekibi ise kraterin içinden yeni bir volkanın geliştiğini saptadı. Yeni volkanın zirvesinde yüzlerce belki de binlerce morumsu gri yılan balığı yüzüyordu. Bilimsel adı Dysommina rugosa olan yılan balıkları Atlantik ve Pasifik sularında yaşıyor. Young yılan balıklarının, volkandan çıkan sıvı karbondioksite dayanıklı olduğunu tahmin ediyor. Yoksa daha derindeki hidrotermal çukurlar canlıları öldürmekte. 34- Sıtmalı insanların kokusu sineklere daha çekici geliyor Bilim adamları dünya genelinde her yıl 500 milyon insanı hasta eden Plasmodium falciparum paraziti hakkında ilginç bir bulguya ulaştılar. Londra Kraliyet Koleji’nden Jacob Koella, eylül ayında sıtma mikrobu bulaşan insanların, sıtma sineği için daha çekici koktuğunu saptadı. Bilim adamı sıtma salgınının bulunduğu Kenya’daki çocuklarla bir deney yapmış. Araştırma sırasında mikrobu taşıyan ve hasta olan çocuklar, mikrobu taşıyan ama hastalık belirtisi göstermeyen ve hasta olmayan çocukları üç ayrı çadıra yerleştikten sonra sıtma sineklerin hasta çocukların çadırlarına daha çok yaklaştıklarını görmüş. Koella, kandaki sıtma parazitinin ön hücrelerinin, çocukların kokusunu değiştiren bir kimyasal ürettiğini tahmin ediyor. 35- Uç koşullarda yaşam 2005 yılında uç koşulların hüküm sürdüğü dört ayrı bölgede organizmaların yaşadığı görüldü. Shizuoka Üniversitesi’nden bir ekip ve İngiltere’deki Southampton Oşinografi Merkezi bilim adamları, okyanusların en derin bölgesinde tek hücreli organizmalar saptadı. Challenger Deep olarak bilinen bu bölge su seviyesinin 11 kilometre derinliğinde yer almakta. Girit adası yakınlarında normal deniz suyundan 100 misli tuzlu olan tuz nişlerinde arkea adı verilen bakteri atalarının izini bulan Hollanda’daki Kiwa Su Araştırmaları Merkezi’nden Paul van der Wielen, bu koşullarda yaşam olduğuna göre diğer gezegenlerin tuzlu bölgelerinde de yaşamın varolabileceğini düşünüyor. Colorado Üniversitesi’nde çalışan bir araştırma ekibi ise Yellowstone Ulusal Parkı’ndaki 160 derecedeki sıcak su kaynaklarındaki mikropların, sülfür ile değil moleküler hidrojen ile beslendiğini buldu. Hamilton Koleji jeologu Eugene Domack ve arkadaşları en ıssız bölgedeki yaşamı keşfetti. Antarktika’nın büyük bir kısmını kaplayan Larsen B buzunun altındaki deniz tabanında beyaz renkli bir bakteriyel örtü bulunmakta ve bunun çevresinde 30cm uzunluğunda istiridyeler yaşamakta. Buradan Alıntıdır. |
15 Aralık 2007 Cumartesi
GENEL : Bilim 'e Damgasını Vuran 35 Olay
Gönderen Ali Dogru zaman: 10:43
Etiketler: Bilim 'e Damgasını Vuran 35 Olay, genel
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder